No.414 - 'Karar Sizindir'

-
Aa
+
a
a
a

Mustafa Arslantunalı: Daha önce de söylediğimiz gibi Kıbrıs’tan gelen, ayağının tozuyla gelen ÖM ile şimdi Kıbrıs'ta havalar nasıl onu konuşacağız. Kıbrıs'ta havalar nasıl?

 

Ömer Madra: Evet, konuşalım. Kıbrıs'ta havalar bir kere çok sıcak değildi, gayet latif geçti. Fakat öncelikle belki şunu belirtmek gerekiyor; bizim buradan gerek radyodaki konuşmalarda, gerek dostlarımızla, gerek gazetelerden okuduklarımızla ilgili olarak edindiğimiz genel izlenimden farklı birşeyler var orada, ben de onu söyleyeceğim. Bunu farklılık adına değil, kendi kişisel gözlemim olarak söyleyeceğim tabii.

Bence, şu anda dünyanın nabzı Kuzey Kıbrıs’ta atıyor. Kıbrıs adasında ve onun kuzey kesiminde. Bu anlamda bütün şeyleri biliyoruz biz; güney Kıbrıs’ta kuzeyin on katı büyük bir ekonomi var, ekonomik bakımdan adam başına düşen gelirde güneyde dört katına yakın farklılıklar var; ve işte Doğu-Batı Almanya manzaraları gibi, gittiğin yerlerde tel örgülerin arkasından farklı hayat tarzları, kültürler, gelir ve sosyal refah farkları görülüyor. Ama bütün bunların ötesinde, Kuzey Kıbrıs'ta bir demokratik toplum, bu temel üzerinde yeni bir devlet kurma çabası var ve bunu Kuzey Kıbrıslılar kendileri yapma çabası içindeler. İşte o yüzden de en azından 24 Nisan tarihindeki referenduma kadar dünyanın ve Türkiye'nin de gözlerinin orada olmasında çok büyük fayda var. Çok büyük ve iddialı konuşmak istemiyorum, ama bir ‘sessiz devrim’ gerçekleşmiş durumda orada. İktidarda bulunan CTP eskiden muhalefette olan, koalisyonlara katılan bir parti, şimdi bir koalisyonun büyük ortağı olarak lider ve çok değişik şeyler oluyor. Son derece demokratik, açık bir toplum havası seziliyor: Her konunun tartışıldığı, kendilerinin geçmişte yaptığı bütün hataların da tartışmalarda ortaya konduğu acaip bir  durum var ve bunun üzerinde durmamız gerekiyor. Mesela Nazlı Ilıcak, Yalım Eralp ve Mehmet Altan’la beraber BRT’de, Kıbrıs’ın resmi televizyonunda, devlet televizyonunda yer aldığımız bir toplantıda Nazlı Ilıcak şunu söyledi: “Türkiye'den Kıbrıs nasıl görünüyor diye bakıldığında yıllar yılı Rauf Denktaş üzerinde okuma yapmak durumunda kaldık,” dedi. Bunun doğru bir gözlem olduğunu düşünüyorum ben ve aynı zamanda da oradaki gerçek durumu hiçbir şekilde yansıtmadığını da.

 

MA: Peki Kıbrıs'tan bakınca Türkiye nasıl görünüyor?

 

ÖM: Kıbrıs'tan bakınca Türkiye şöyle görünüyor. Büyük bir şaşkınlık var bir kere. CHP gibi bugüne kadar reformların öncülüğünü yapmış ve bunları savunmuş sosyal demokrat kurucu partilerden birisinin, kuzeydeki durumu kesinlikle kavrayamadığı, milliyetçi bir söyleme hapsolmuş olduğu meselesi büyük bir hayal kırıklığı yaratmış durumda. Bülent Ecevit’in prestijinin son derece düşük olduğu, büyük bir hayal kırıklığı yaratmış olduğu da aynı şekilde gözleniyor. Ve de şaşkınlık yaratacak bir şekilde AKP’nin böylesiyle büyük bir dönüşümü, dünyaya açılma projesini destekleyecek şekilde hareket etmesinin de “sevinçli bir telaşla” karşılanmış olduğu da görülebiliyor. Tam nasıl yorumlayacaklarını bilmiyorlar, ama en önemli noktalardan bir tanesi de bu.

İlginç noktalardan bir tanesi de, bir referandumda verilecek evet yada hayır oyunun ötesinde sıfırdan başlama ruhu. Yani 'tabula rasa' dedikleri, toplumu bomboş beyaz bir kâğıt gibi ele alıp sıfırdan yeni bir kuruluş süreci içinde girmiş olmaları. Özellikle CTP’nin seçimlerde gerçekleştirdiği mitingler vardı ya, katılanların sayıları 80 bine kadar ulaşmıştı, işte orada bir dönüm noktasının gerçekleşmiş olduğu, bir dönüm noktasının orada geçilmiş olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Birdenbire sokakları dolduran ve artık geçmişte yapılan bütün hatalarımızla, belki az sayıdaki sevabımızla yapılan şeyleri unutup, şimdi geriye bakmadan dünyaya açılma arzusu ön plana çıkıyor.

 

Şimdi şöyle bir mesele var, mesela Kıbrıslıların öteden beri bilinen, muhtemelen Akdenizlilikten, adalılıktan ve benzer başka şeylerden gelen biraz böyle gevşek, rahat bir bakışı var. Son derece nazik, hoşsohbet ve aynı zamanda son derece enformal düzeyde çalışıyorlar. Gerek Başbakan Mehmet Ali Talat, gerekse basın, halkla ilişkiler müdürlüğü, gerekse BRT’nin yeni tayin edilmiş müdürü ve maliye bakanı, diğer bakanları hepsi bir tür enformel bir tarz benimsemişler: yani ortada ciddi bir koruma meselesi görülmüyor, ceket ilikleyen kimse yok, hatta Mehmet Ali Talat'ın, uzun süreden beri bir teknisyen olarak tulumla gezmeye son derece alışık olan bir adamın üzerinde eğreti duran takım elbiselerinden de bahsedilebiliyor. Burada ciddi bir dönüşüm görüntüsü var. Güney, yani Rumlar şunu kavrayamadılar diyorlar; biz bir buçuk seneden beri bunla yatıp kalktığımız, Annan planlarının bütün versiyonları da dahil herşeyini ezbere bildiğimiz, herşeyi tartıştığımız halde Rumlar, böyle bir değişime hazırlıklı değildi. Böyle birşey beklemiyorlardı. Onlar biraz rehavete kapıldılar diyorlar: "nasılsa biz Avrupa Birliği’ne otomatik olarak giriyoruz ve nasıl olsa Denktaş ve Türk tarafı Annan planını reddedecek ve biz yolumuza gideceğiz, ileride inşallah bir daha düşünürüz" diye düşünüyorlardı. "Biz çok daha müreffeh, gelişmiş ve demokratik bir toplumuz. Nasıl olsa işler böyle olacak," diye düşünürlerken, birdenbire beklenmedik bir tabloyla karşılaştılar.

 

Özellikle gençlerden gelen değişim rüzgârı ile ortaya çıkan yeni iktidar. İlginç gelişmeler var. Şimdi şöyle söyleyeyim. Bence, Kuzey Kıbrıs Türk toplumunun bir numaralı sorunu  dünyadan, yani küreselleşmenin getirdiği bilumum umutsuzluk ve olumsuzluğun yanı sıra tabii çok önemli bir yönü, bu atan bir nabzın parçası olmak durumu söz konusu iken bunun tamamen dışında kalmışlar: Yani, bir gazeteci arkadaşımızın, Nokta'dan Jale'nin gözlemlediği gibi, biraz Küba-Havana havası var ortalıkta: Rumlardan kalan bütün o eski evlerin yıkık dökük ama olağanüstü ihtişamının göründüğü yerler... Biraz da böyle sanki iyice demokratik ve enformel ilişkilerin bulunduğu bir havanın da yarattığı bir dönüşüm noktası, belirgin olarak ortaya çıkıyor.

 

Yani fıkra gibi şeyler anlatıyorlar geçmişte olup bitenler hakkında; bunlara kahkahalarla gülebilirsin, kendilerine özgü uslupları içinde kendi trajikomik hikayelerini anlatıyorlar, tamamen fıkra dünyası, fakat kahkahalarla gülemiyorsun; çünkü ciddi bir melankoli de var havada. Bu da işte çok uzun süreyle olağanüstü bir tecrit olmuşluğun getirdiği bir hüznün sonucu olsa gerek... Genç kesimin artık kesin olarak değişim istediği, 'geçmişte ne yaşandıysa yaşandı; şimdi bunları unutalım ve artık önümüze bakalım' dedikleri bir nokta var.

 

MA: Evet, şimdi bugünkü Radikal’de John Turman imzalı Wall Street Journal Avrupa edisyonunda çıkmış bir yazı var, kısaca ona değineyim, o konuda bu yazıya ilişkin görüşlerinin ne olacağını soracağım. Anketlerin referandumda evete çok yatkın olmadığını söylüyor yazar ve hatta diyor Denktaş’ın hayalet cumhuriyetindeki referandumundan bile hayır çıkabilir diyor. Türklerin taleplerinin askeri çekip, planı onaylamayacağı çok şey var. Tek bir hareketle yılların uluslararası tecritini kıracaklar, birleşme ve AB birliği üyeliğinin muhakkak getireceği ekonomik kazanç sağlayacaklar diyor ama esas problem başka yerde: Kıbrıs hiç birleşemeyebilir başlıklı yazı şu soru ile başlıyor: Madem -dendiği gibi- Annan planından tüm taraflar kazançlı çıkıyor, öyleyse niye herkes bu planı yıkmaya bu kadar meraklı? Şimdi buna verilecek kısa cevap ve alınacak en önemli diplomasi dersi; her iki halk için de yakınlaşma için gereken sosyal koşulların hiç bir zaman teşvik edilmemiş olması. Kıbrısta halkın pek fazla barış talebi yok diyor John Turman. Şimdi Denktaş himayesinden fazla fayda görmeyen yerli Kıbrıslı Türkler barış ve uzlaşma çağrısında bulunan tek büyük sosyal grubu oluşturuyor diyor. Yani belki de Talat ve partisinden bahsediyor: Bu grup zaten seçimlerden az farkla galip çıkmayı başardı. Fakat Rumlar pek bu duruma katılmıyorlar, ama Türklerin de zaten epey ciddi bir kesimi, yarıya yakın bir kesimi, yine barış yanlısı değil, onlar da 1960’larda gördükleri kötü muameleyi unutmayan yaşlı nesil tarafından etkileniyorlar.

 

Şimdi diplomasinin bu durumdan alacağı ders açık, diye bitiriyor yazısını. Ne kadar iyi niyetli, akıllı veya destekleyici nitelikte olursa olsun Birleşmiş Milletler gibi dışarıdan gelen müzakereciler, henüz başlangıç aşamasında bile olsa çözüme yönelik bir sosyal anlaşma olmadığı sürece hiçbir çözüm dayatamaz. Önce gerçek yerel bir anlaşma arzusu olmalı. Ondan sonra bu arzu diplomatların müzakereleriyle uygulanabilir bir plana dönüştürülebilir. Kıbrıs’ta plan var, arzu ise yok diyor. Bu anlaşma teşebbüsü de muhtemelen çökecek ve Kıbrıs birleşemeyecek diye de bir tahmin söylüyor.

 

ÖM: Sağol. Bana konuk olarak ayırdığın bu bölüm, olduğu gibi Wall Street Journal yazarına gitti... Turman daha dün Kıbrıs’ta idi herhalde, onun görüşleri daha önemli anladığım kadarı ile.

 

MA: Estağfurullah!

 

ÖM: Ben, bu yazıdan da esinlenerek birkaç şey söyleyeyim: Bir kere siyasi irade var: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin seçimle iktidara getirdiği parti, CTP, bu siyasi iradeyi ortaya koyuyor. İkincisi o Wall Street Journal yazısında bence gözden biraz kaçan bir nokta şu: Kuzey’de genç kuşağın inanılmaz bir değişme değiştirme arzusu var ve bence temel nokta da o. Yani tarihe gömmek istiyor artık eskiyi. Tümüyle. Bütün eski liderlerle beraber asla geriye dönüp bakmamak ve geçmişe tekme atmak istiyor.

Bu doğrultuda çok da ilginç şeyler oluyor: Mesela Avrupa Birliği ile ilişkilere bakış meselesi, bunlardan biri. Şimdi bir şekilde Avrupa Birliği'ni önümüzde bulduk diyorlar. Güney, otomatikman AB’ye gireceği için bu kuzey için de kaçınılmaz ve kaçırılmaz bir şey. Başbakanlık Avrupa Birliği uyum komitesinin çalışmaları ile ilgili bir sunuma katıldık ve burada kuruluş amacı, çalışmalar, hedefler, iş birliği içinde bulundukları kurum ve kuruluşla önlerindeki süreç ve eylem planı açıklandı. Bunu açıklayan Erhan bey herkesin ağzını açık bırakacak netlikte problemleri de koyuyor, ama bütün problemleri bir şekilde geride bırakıp nasıl çözeriz anlayışıyla bakıyordu; anladığım kadarıyla en büyük avantajlarını da şurda görüyorlar: Bir uluslararası konsensus olduğu muhakkak. AB ile uyumunu en kısa sürede gerçekleştiren İsveç bile 4 yıl çalışmışken, biz önümüzdeki bir-iki aylık kısacık bir sürede buna geçmek zorundayız. Tabii ki hazırlıklar için zaman kazanmak amacıyla bazı konuları askıya almak için müracaatlarımızı yaptık, yani insaf, bu durumda nasıl yapabiliriz dediler. Ama küçük olmamız da büyük bir avantaj diye düşünüyorlar.

İkincisi, yurt dışında yaşayan bir bu kadar Kıbrıslı Türk var en az: Sayıları 200 ila 300 bin deniyor. Tam sayıları zaten kimse bilmiyor, çünkü kuzeyin en önemli gerçeklerinden biri, benim görebildiğim kadarıyla, George Orwell’in “hafıza deliği” dediği şey gibi. Kuzeyde tam kaç kişinin yaşadığını bilen yok. Başbakanlık da dahil. Kaç kayıtlı seçmen olduğu bile zor bela tespit edilebiliyor. Dışarıda yaşayan Kıbrıs kökenli Türklerin sayısını da ancak ilgili ülkelerin büyükelçilikleine başvurarak öğrenme çalışmasına yeni girmişler.

 

MA: Dışarıda yaşayan Kıbrıslı Rum da çok fazla galiba.

 

ÖM: Evet ve dışarıdaki Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar büyük bir uyum içinde yaşıyorlar anlaşılan. Amerika’da, İngiltere’de, Londra’da özellikle, iç içe yaşıyorlar ve bir birliktelik arzusu da sergileniyor, bu apaçık ortada. Şimdi bu durumda Erhan bey bize gayet ayrıntılı açıklamalar yaptı ve "buradan doğabilecek tüm sorunları yenme gücümüz ve irademiz var" dedi. Kendisine ambargodan doğan sorunları da sorduk: "Ambargo meselesi de aşılabilirdi, delinebilirdi ama yönetim tarafından kötüye kullanıldı" dedi. "Çünkü bazı ihraç mallarının, narenciyenin vb.üzerine Kıbrıs yerine KKTC damgasını 1994 yılında vurduktan sonra artık yapılacak birşey kalmadı; bu hale geldik, halbuki başka yollardan ambargonun etrafından dönmek mümkündü" dedi. Yani yönetimce alınan yalnış bazı kararlar neticesinde bu hale gelindiğini söyledi. Kendisine sordum: kaç yaşındasınız diye. 28 yaşında idi ve duruma enerji olarak, kararlılık olarak ve de kafa olarak çok yatkın, ehil bir kişi olduğu izlenimini bırakıyordu...

 

Şimdi, bir de önemli bazı görüntülerden bahsetmek istiyorum: Mesela Gönyeli Çemberi diye adlandırılan büyük bir kavşaktan geçtik biz. Gönyeli Çemberi diye çok büyük bir meydan var Lefkoşa’da ve oradan geçerken durduk, baktık. “Evet!” mitingi vardı. Ve yeşil bayraklarla (ortak bir renk olarak yeşili seçmişler) kavşağın etrafında belli aralıklarla 50 – 60 genç dizilmiş, bayraklarını sallıyorlar; kenarda duran bazı arabaların içinde genç kızlar ve delikanlılar zafer işareti yapıyorlar, neşe içinde gülüyorlar. Ve bir evet ile dünyaya bağlanma fikri orada, karşımızda duruyordu işte...  Mesela reklamlarında da “U2 Kıbrıs’ta” başlığı ile Bono’nun eğilmiş halka uzanan eliyle bir resim kullanılıyor..

 

MA: Konser mi verecekmiş?

 

ÖM: Kıbrıs'ta konser veriyor diye. "Bir evetle işte bu açılmayı sağlayabiliriz" mantığı var. Yani, başta genç kuşaklar olmak üzere Kuzey’deki insanlar olanca güçleri ile dünyaya açılmak ve bu melankoliyi kırmak istiyorlar. İşte onun için Wall Street Journal muhabirinin bunları görmeden yazmış olduğunu tahmin ediyorum. 18 bin kişi mesela kuzeyden güneye giderek çalışıyor. Ama en azından şunu yapmış CTP hükümeti: Bu geçişlerdeki kağıt/kırtasiye, aldın-verdin sıkıntılarından kurtulmak için herkes için barkoda geçmişler. Böyle küçük düzeltmeler yapıyorlar...

Fakat, öte yandan, şu da görülüyor: Benim başından beri düşündüğüm bir şey, sıkı müzakereciliği ile temayüz etmiş, hatta ün salmış olan Rauf Denktaş eğer bu görüşmelerin son noktasında müdahil olabilse, “hah, işte tamam, Annan Planı'nın bu 5. versiyonu bizim bir kısım isteklerimizi yetersiz de olsa karşılıyor” deseydi, o zaman kesinlikle tarihe geçme fırsatı bulacaktı. Zafer onun olacaktı. Zaten bunca yıldır yürütmüş olduğu haklı mücadeleyi böyle bir jestle tamamlamış olacaktı. Ben bu fırsatın Sayın Denktaş açısından maalesef kaçırılmış olduğunu, fakat Kuzey Kıbrıslı yönetilen Türkler’in fırsatı kaçırmamış olduklarını düşünüyorum.

BRT’de yapılan ve bizim gazeteciler olarak soru sormak üzere katıldığımız ikinci bir yayın sırasında Ticaret Odası Başkanı Ali Erel şunu söyledi: Şeffaflık ve hesap verilebilirlik en önemli iki meselemizdir. Bu iki temel meselenin hayati önem taşıdığını söyledi ve dolayısıyla da demokrasinin tanımını vermiş oldu aslında. Şimdi bu, AB üyeliği ve Kıbrıs’ta çözüm meselesi açısından da büyük önem taşıyor bence. "Referandum sonunda barış ve çözüm gelirse, biz oyunu yine de kurallarına göre oynama imkanını buluruz ve istisnalar talep etmeyeceğiz," dedi Erel. Yani "bizim ekonomik durumumuz çok kötü, bütçemizin yarısı Türkiye tarafından yardım olarak karşılanıyor ve Türkiye bu paranın neye harcandığını bile denetlemiyor. Ama biz, AB önünde bütün bunları gerekçe olarak ileri sürmeyeceğiz, yoksa oyunu kurallarına göre oynamak ve gerçekten rekabet etme şansımız hiç bir zaman olmayacak. Bize bu kuralları getirecekler ve biz de uyacağız".

Dolayısıyla, Kıbrıs’ın çözümü meselesi, aynı zamanda bir demokrasi meselesi. Bu ikisi tamamen örtüşüyor, üst üste geliyor. Yani Kıbrıs’da bir demokrasi kurulabilir, yeni bir devlet kurulabilir, ve bu demokratik olabilir: Tıpkı Doğu Almanya gibi, dış konjonktürün bir çeşit zorlamasıyla da beraber karşımızda, yepyeni bir dünyaya açılan bağımsız ve demokratik bir devlet kurulabilir. Bu, bir perspektif olarak çok heyecan verici doğrusu.

 

MA: Peki, şimdi bu referandumda evet’in karşısında ya da birleşme karşısında en büyük engel, Rumlar’ın tutumu oluyor bu durumda. Bu konuda Talat hükümeti ne düşünüyor?

 

ÖM: Çok yakın temas halindeler aslında. Rumların sol partileri başta olmak üzere, etkili partileri komünist AKEL olmak üzere hepsiyle temas halindeler. Ve meselâ AKEL’i bu konuda şoven (aşırı milliyetçi) buluyorlar ve fikirlerini değiştirmeleri için onları itmeye çalışıyorlar. CTP’nin son değerlendirmesinde de açık olarak bu görülüyor: Basın bildirisinde, "Kıbrıs’ın ortak vatanımız olduğunu onlar da unutmamalıdır," deniyor. "AKEL bunu unutur  gibi oluyor" deniyor. "Biz bu ülkeyi birlikte kurduk, tüm kurumlarımızı bu aşırı görüşler yüzünden çalıştıramadığımızı onlara anlattık" deniyor.

 

Öylesine ilginç şeyler var ki: Meselâ “bicommunal” yani çift toplum esası üzerine kurulmuş, yardım almış projeler var. Mesela çok ileri teknolojiye dayalı bir hastane kurulmuş ve bunun parasını AB vesaire veriyor. Ve tesadüfen de sınırda, Türk askeri garnizonunun içinde kurulmuş. Buna rağmen, tamamen Rumlar tarafından çalıştırılıyor. Sonunda CTP, koalisyon ortağı olduğunda bu gibi durumları farketmiş ve bu manzara karşısında şoke olmuş. Başbakanlık Müsteşarı bir doktor, şöyle anlatıyordu: Hastaneye gidip Rum başhekim’e dedik ki; nasıl oluyor, bizim de bu proje için para almamız ve yönetime katılmamız gerekir. Rum başhekim de demiş ki, haklısınız, ama artık %50-50 yapamayız. Bundan sonraki bütün doktor, hemşire ve personel alımlarını Kıbrıslı Türklerden yapalım ve böyle ilerleyelim ve böylece sonunda yüzde elliye ulaşırız. Denktaş yönetimi, mesela o başhekimin Türk Tabipler Cemiyeti’ne üye olması şartını getirmiş ve uzun bir bürokratik süreç sonucunda  kuzeyin de hakkı olan birşey, bu para olmasına rağmen gerçekleşememiş. Çünkü başka bürokratik engellemeler çıkarılmış. İş olmamış, sonunda başhekim de Rumlar’dan gelen baskı ve eleştiriler karşısında dayanamayıp ülkeden ayrılmış. Bunu, geçmişte yaşanmış pek çok kötü yönetim örneğinden biri olarak anlatıyorlar.

 

CTP’nin iktidara gelmesinden sonra yeni yönetim anlayışına örnek olarak anlatılabilecek ilginç şeyler de var. Mesela kabinenin makam arabaları meselesi: Mercedes 500’ler vs. Yeni bakanlar, biz halka bir tevazu jesti yapalım demişler. Bir gösteriş değil de, bu makam arabalarını satalım, biraz daha mütevazı olduğumuzu gösterelim demişler. Muazzam sayıda dedikodu çıkmış, yayınlar yapılmış: "bunlar iç edecek paraları" diye. Bunun üzerine ne yapmışlar? Serdar Denktaş’ı da ikna ederek bütün arabaları şehrin meydanında toplamışlar, açık artırmayla satışa çıkartmışlar ve satmışlar. Tasarrufları da nasıl kullanacaklarını açıklamışlar. Bunun üzerine, işin içinde başka bir iş var diye dedikodular yayılıp bazı yayınlar yapılınca ne yapmışlar peki? Satılanların yerine alınacak arabaları da açık eksitme yolu ile bir daha ihaleye çıkartmışlar, Volkswagen-Passat olmuş bütün yeni makam arabaları. Tümünü 9000 küsur Euro gibi inanılmaz düşüklükte bir paraya almışlar, çünkü şirket de bütün kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyeti yönetimi arabalarını bizden alıyor demek için indirime gitmiş... İşte böyle ilginç gelişmeler oluyor. Değişim havasını yansıtmak için anlattım bunları. Zira, Türkiye’de medyada pek okumak, görmek imkânı olmuyor...

Bir de olumsuz bir örnek daha vermek istiyorum; mesela sanayici kuruluşlarının başkanı, BRT’de yapılan açık oturumda şöyle birşey söyledi: Eskiden yürürlükte olan “Kara listeler” vardı dedi. Bazı şirketler kara listeye alınıyor, oradaki askeri yetkililerin ya da Türk dışişlerinin kabulüne bağlı olarak hiçbir ihaleye sokulmuyordu. Ne demek kara liste? diye sorulduğu zaman da: "İki kelimeden ibarettir, kara ve listedir ve kara liste kelimesi ne ifade ediyorsa o demektir" dedi. Yani Kıbrıs’ta çözümü ve barışı savunduğunu söyleyen herhangi bir şirkete  Rauf Denktaş yönetimi tarafından hiçbir ihaleye katılma hakkı verilmemiş bu güne kadar. Bu kara liste meselesi, belgeleriyle birlikte BRT TV programında ortaya kondu.

 

Dolayısıyla, iyi bir yönetime, şeffaflığa, katılımcılığa ihtiyaç olduğu, bunların derin bir özlem olduğu ifade ediliyor her yerde. Katılımcılığın hem Türkiyede hem de KKTC’de bugüne kadar yok varsayıldığı ifade ediliyor. Ama çok kalabalık, coşkulu ve büyük mitinglerle başlayan seçimlerden ve iktidar değişiminden sonra, bunların artık olması gerektiği belirtiliyor ve toplum da enine boyuna hepsini tartışıyor, en önemlisi bu. Bütün toplum kılcal damarlarına kadar, Annan planı da dahil olmak üzere  bu meseleleri birbuçuk yıldır tartıştı, diyorlar...

 

MA: Bunun bir önemi galiba şurda, her iki taraftan da evet çıkması, birleşme durumunda da önemli ama, kuzeyde evet çıkar güneyde hayır çıkarsa da önemli çünkü o zaman bu birleşme olmayacak, ama kuzey Kıbrıs o zaman sadece bir çiftlikten ibaret kalmamış olacak galiba.

 

ÖM: Evet, belki. Kuzeyin büyük bir dönüşümün eşiğinde olduğu izlenimi var. Yani benim hayattaki en büyük meraklarımdan bir tanesi -geçen yıl 1 Mart tezkere günü olduğu gibi zaman zaman gerçekleştirebildiğim birşey- tarihin değiştiği anda oralarda bulunabilmek, tarihin değişimine tanık olabilmek. Bir gazeteci ya da bir vatandaş olarak ben bunu çok önemsiyorum. O duyguya kapıldım, referandum konusunda da. Senin dediğin de çok doğru, burada bir demokratik dönüşüm, reform oluyor. Yeni bir demokratik devlet kuruluyor. Ve şu sözler çok önemli görünüyordu -- bunu çok çeşitli kişilerden, Ticaret Odası başkanından, esnaf odaları başkanından da duydum. Diyorlar ki: "Biz sürekli olarak fırtınalı denizde yüzmeye alıştık. Onun için de Kıbrıs’ta çözümü, barışı, bu büyük meseleyi halledebilecek gücü, enerjiyi görebiliyoruz kendimizde. Bütün birikimimizi, yani hem bilgi birikimimizi hem de maddi birikimimizi de getireceğiz ve elbirliği ile burayı dönüştürmeye çalışacağız". Bu, oldukça heyecan verici, ilginç bir şey gibi göründü bana.

 

Öte yandan, güney tarafından da ilginç tepkiler alınıyor; yeni tür bir iletişim başlamış, geçişlere izin verildiğinden beri: Hatta gelen Rumların bir kısmı, özellikle AKEL’lilerden, “yahu Kıbrıslılığı galiba sizden öğrenmemiz zamanı da geldi” gibilerden ifadeler de kullananlar olmuş. Kuzeyliler çok eleştirmişler çünkü onları, "siz ne biçim solcu ve komünistsiniz?" diye. "Bir kere şu haçları ne diye asıyorsunuz göğsünüze?" diye sormuşlar. Onlar da süs demişler boyunlarındaki haçlara, semboliktir bunlar. "Yok süs müs olmaz, ateistseniz ateistsiniz, yoksa böyle şey olmaz!" demiş kuzeyli Türkler de...

İşte böyle, çarpıcı kontrastlarla dolu, ilginç ve benzersiz bir süreç yaşanıyor. "Dönüm noktası" derken neyi kasdettiğimi, Başbakan Mehmet Ali Talat’ın bir yazısından bir alıntıyla belki daha iyi ortaya koyabilirim: KKTC Başbakanlığı’nın ve Dışişleri Bakanlığı’nın gayretleri ile süratle Türkçe’ye aktarılıp yayınlanan "Kıbrıs Sorununun Kapsamlı Çözümü (Annan Planı)" metnine bir önsöz yazan Başbakan Mehmet Ali Talat, durumu şöyle özetliyor (vurgular bizim):

 

“Kıbrıs Türk halkı olarak, haklarımızın eylemsel olarak (‘de facto’) kazanımı konusunda uzun bir savaşım verdik. Ateş çemberinden geçtik, göçe zorlandık, ekonomik ambargolar altında yaşamaya mahkûm edildik. Ama yılmadık. Bu güzel Ada üzerinde haklarımızı kayıt altına alan bir anlaşma sonrasında, Kıbrıs Rum halkı ile birlikte barış içerisinde ve eşit olarak yaşama konusundaki kararlılığımız sonuç vermiştir. Uluslararası kamuoyu, barışsever Türk halkının ne istediğini, yığınsal olarak yapılan barış gösterilerinde bir kez daha görmüş ve haklarımızı kayıt altına alma direnişimize gerekli desteği vermeye başlamıştır [...] Bu başarının sahibi, yalnızca KKTC ve Türkiye’nin hükumet yetkilileri değil, ama aynı zamanda barış konusunda bayrağı en ön saflarda taşımış olan sivil toplum örgütlerimiz ve halkımızdır.

 

Şimdi önümüzde çok çetin bir süreç ve tarihsel bir dönemeç vardır.

Bir yanda uzun süreli direnişimizin kazanımlarının uluslararası hukuk tarafından da ‘de jure’ kayıt altına alındığı, Avrupa Birliği’nde 1 Mayıs tarihi itibariyle girildiği, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açıldığı bir yol, diğer yandan ise mevcut durumun dahi sürdürülemez olduğu, belirsizliklerle dolu bir yol vardır.

 

Kıbrıs Türkü olarak ilk kez kendi geleceğimizi belirleme hakkı kendi ellerimizdedir. 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs Türk halkı kendi geleceğini onaylayacaktır.

Karar sizindir.

 

Yani sonuç olarak çok ilginç bir dönüşümün eşiğinde bir yer, dünyada gözlerin hakikaten biraz Kıbrıs’ta hatta Kıbrıs’ın kuzeyinde olduğunu söyleyebiliriz sanırım...

 

Devamı haftaya...

 

(12 Nisan 2004 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete'de programında yayınlanmıştır)

 

Deşifre: Nihal Başıbüyük